Hayatı deneyimleme özgürlüğü
Sağlık, hayatın ritmlerine tam manasıyla dahil olabilme yetisidir; batan günün şanını hissetmek, mevsimlerin yıllık döngüsünü kutlamak ve Doğa’nın içimizdeki nabzını duyumsamaktır sağlık.
Gerçek sağlık, “ilerleyebilme gücü”nden daha fazlasıdır. Yaşamın içine dalmaktır o. Yaptığımız her şeyde ruh ve bedeni tam manasıyla hissedebilmektir; iş hayatında, aile ortamında, sosyal yaşamda, yaratıcılığın dışa vurumunda ve içsel sorgulamalarda benliğimizi özgürce ifade edebilmektir.
Sağlıklı insanı tanımlamak tek bir düşünce modeliyle olacak iş değildir. Nitekim sağlıklı olmak, tamamen kendimiz olmamızla ilintilidir– dışarıdan bize dayatılanı yaşamak ya da beklentileri karşılamak değildir. Bilakis, benliğin tüm özgünlüğüyle olma halidir. Bu her birey için farklıdır. Bu yüzden de, kendini bilmeyi ve anlamayı şart koşar. Sağlık, yaşamı tüm kusurları ve çelişkileriyle kabul etmektir. O, acılardan, sınırlamalardan uzaklaşmaya çalışmanın da ötesinde, kişinin tüm deneyimlerini onurlandırıp, büyüyüp geliştiği bir genişleme halinin kendisidir.
Esasında, acı çekmek hayata dair çok daha derin bir şükran duyma potansiyelini mümkün kılar. Hastalık, mahveden bir musibet olarak görülmek yerine, bir öğretmen, yaşamımızdaki kusurları veya görmezden geldiğimiz bakış açılarını gösteren bir rehber olarak değerlendirilebilir. Yüzleştiğimiz zorluklar, içsel hasletlerimizi uyandıran ve değişim getiren motivasyon araçları olarak ele alınabilirler. Nihayetinde, hastalık başlı başına bir deneyim ateşleyicisi olabilir; kayba uğratmaktan ziyade, yeni bir başlangıç için fırsat sunar. Sağlık için içsel özgürlük dersek, sorumluluk almak da bizi gerçek özgürlüğe, karşılık verme yetisine yönelten süreçtir.
Hastalık veya tedavi sürecinde pasif kaldığımızda, nadiren tepki verir veya harekete geçeriz, kendi sağlığımız için aktif katılımcı olmak yerine manipüle edilen objelere dönüşürüz. Oysa gerçek sağlık, aktif bir kişisel-farkındalığı gerektirir, böylece her birimiz hayatın zorluklarına ve derslerine karşı sorumluluk alabiliriz.
Şifanın Medikal Paradigmaları
Sağlık, kültürümüzde semptomları taşımamak olarak algılanır, hastalığın kontrolü veya ortadan kaldırılması şeklinde tanımlanır. Bu pozitif yaklaşım fakiri tanımlamalar sebebiyle de, medikal sistemimiz hastalıkla uğraştığı kadar, sağlık yaratmakla uğraşmamıştır. Bu semptom odaklı yaklaşımdaki kısıtlayıcılığı anlamak, bitkilerin şifasından yararlanmak isteyen herkes için elzemdir. Bu anlayışın yoksunluğunda, bitkisel özler de normal ilaçmış gibi görülerek semptomlara odaklanma gafletine düşülebilir. Oysa bitkiler, anlayış ve dönüşüm kazanmanın birer katalizörleridirler.
İnsan Varlığına Mekanik Bakış
Sağlığa yönelik semptom odaklı yaklaşım, insanoğlunu mekanikleştiren bir tıp paradigmasına dayanır. Filozofik geçmişi 17. yüzyıl dünya görüşüdür ve zihin- beden düalitesi fikrini ortaya koyan Rene Descartes öncüsüdür. Ardından Isaac Newton’ın, evrenin mekanik, saatvari bir sistemle işlediğine dair teorileri gelir. Bu bilimsel paradigma, dünyamızın ilerleyen yüzyıllarda, Sanayi Devrimi tarafından makinelerle dolmasının önünü açmış ve insan bedeni de bundan böyle en karmaşık makine olarak görülmüştür. Sağlığa yönelik bu mekanik modelde, insan tedavisi, bozuk bir makineyi tamir etmekle eşdeğer tutulmuştur; bir cihaza ayar çekmek veya bozuk parçayı değiştirmek misali.
Bilgisayarların son yüzyılda artmasıyla beraber, mekanik paradigma, sibernetik yaşam modeli olarak kendine yeni bir kılıf bulmuş ve insanoğlu bu sefer de diğer tüm canlılarla beraber biyolojik çiplerden oluşan süper bilgisayarlar gibi görülmeye başlanmıştır. Bu görüşün ışığında, genetik mühendislik, canlı organizmaların yapısını baştan tasarlama girişimlerinde bulunmuştur.
Yaşam, mekanik indirgenme nedeniyle fiziksel “yapı taşları” -hücre, molekül, atom, atomaltı parçacılar- olarak düşünülürken, sibernetikler de zekayı dijital veriye ve binari açma/kapama bitlerinin becerisine indirgemiştir.
“Yapay zeka” bir bilgisayar için güçlü bir araç olabilir, ama yaşamın kendisiyle aynı şey mi?
Bir gülün noktalı resim çıktısını ele alalım. Bu çıktı sayfa üzerindeki noktalar ve beyaz boşluklar belki bir gülü temsil ediyor olabilirler, ama biliyoruz ki gerçek bir gül çok daha karmaşık ve varlığında derin anlamlar taşıyan bir varlık…
Çağdaş tıp, fiziksel bedenin yapısı ve sistemi üzerindeki çalışmaları dolayısıyla olağanüstü bir ilme dönüştü. Öyle ki, hastalıktan hasar görmüş bedenin iyileştirilmesi için ameliyatların yapılabilmesini ve fizyolojik fonksiyonların da kimyevi ilaçlarla değiştirilmesini mümkün kıldı.
Bu teknolojinin kayda değer faydalarını görüyor ama son derece masraflı olduğunu da biliyoruz. Kaldı ki, bu daha az bedellerle de mümkün olabilmekte iken.
Artık çok az doktor ev ziyaretine gidiyor ya da hastasını dinleyerek -ev ortamına, aile dinamiğine ve iş deneyimine dair bilgilenerek- tam bir profil çıkartıyor. Uzmanlar her geçen gün artsa da, resmin (kişinin) bütününe çok az dikkat edildiği için, tek parçaya odaklanan “insan makinesi” uzmanlarından öteye gidemiyorlar.
Dahası, kurcalanacak bir makine ya da programlanacak bir bilgisayar gibi muamele gördüğümüz için içsel iyileşme kapasitelerimiz görmezden geliniyor, masraflı tıbbi kurcalamalara bağımlı hale getiriliyoruz. Modern sağlık hizmetlerindeki bu kriz, finansal ya da politik bir problemin çok ötesindeki bir durumu; hakiki şifa kaynaklarından ne kadar kopmuş olduğumuzu gözler önüne seriyor.
Mikrop Teorisi
Basmakalıp tıbbın şifaya dair varsayımı, koruyucu hekimlikten çok, şifanın hastalıkla savaşarak geldiğidir. Bir de şifa için kullanılan dilin savaş söylemleri içermesi de var ki bu durumun ne kadar vahim olduğunu gösterir.
Hastalığı “yenmeye” çalışırız, enfeksiyonla “mücadele” ederiz, sihirli “kurşunlar” kullanırız ve kanserle “savaşırız.”
Askeri bir sefere benzeyen bu tıp yaklaşımı, hastalıkların mikrop kökenli olduğunu söyleyen bir teoriye dayanmaktadır. 19.yy’da yaşayan mikrobiyolojinin kaşifi Louis Pasteur‘ün çalışmaları sonucunda geliştirilen bu teori, mikrop teorisidir. Sadece bilimsel olarak değil, felsefi olarak da modern hastalıkla-savaşan (antibiyotik gibi) tekniklerin temelini ortaya koymuştur. Mikrop teorisinin bakış açısına göre, hastalıklara, dışarıdan giren, bakteri ve virüsler olarak adlandırılan istilacı birimler sebep olmaktadır ve bunlara karşı mutlak cephe alınmalıdır.
Çağdaş tıp kuşkusuz, bu zamana kadar bu konudaki cephanesini çok sağlam tuttu. Bir zamanlar insanı kırıp geçiren enfeksiyon kökenli birçok hastalığa karşı sayısız savaştan galip çıktı.
İnsanoğlunun mekanik/sibernetik modellerinin ve hastalıklara yönelik mikrop teorilerinin birçok hakikat içerdiğini hepimiz biliyoruz, bu kuşkusuz insan sağlığının gelişmesine katkı sağlıyor. Ancak, aynı modern tıbbın kanser, artrit ya da kalp-damar hastalıkları gibi kronik hastalıkları azaltmaya yönelik yetersizliği, sağlığa ve şifaya daha geniş pencereden bakılması gerektiğini de anlatıyor.
Hastalık Direnci
Pasteur bu düşünceleriyle yükselirken, başka bir Fransız bilim adamı olan Claude Bernard da hastalığın ana sebebinin vücudu işgal eden mikroorganizmalar olduğu fikrine karşı durmaktaydı. Bernard, “kişinin içsel ortamının hastalığa yatkınlığı” konusu üzerinde ciddiyetle durmakta ve bunu “mikrop” fikrinden ayrı tutmaktaydı ki ona göre mikrop hastalığın ortaya çıkmasında çok az bir öneme sahipti.
O, insan sağlığının serpileceği “toprak” üzerinde dururdu. Her bahçecinin bileceği gibi, o da, ne kadar zararlı böceklerle savaşıyor olursak olalım, sağlıklı bir toprak olmadan; sağlıklı yetişen, hastalığa direnç gösteren bitkiler yetiştiremeyeceğimizi bilmekteydi.
Bernard’ın içgörüleri, hastalık direnci konseptini müjdeledi; bu görüşe göre, patojenik (hastalığa yol açan) mikroorganizmalar genel popülasyonu zaten kuşatır ama sadece bazı insanlar, belli zamanlarda bu mikropların “sebep” olduğu hastalığa yakalanır. Bu anlayış, koruyucu sağlık hizmetlerinin temelidir.
Koruyucu hekimlik anlayışı; diyeti, egzersizi, stres yönetimini, duygusal sıhhati ve çevresel faktörleri, sağlıklı ve hastalığa dirençli bir hayatın yapı taşları olarak görür.
Sağlığa teşvik eden bu hayat tarzı, M.Ö. beşinci yüzyıl gibi bir tarihte bile konuşuluyordu. Bunu konuşanların başında da Yunanlı hekim, tıbbın babası Hippocrates geliyordu ve bireyin kendi sağlığının sorumluluğunu almasına yönelik söylemleriyle epey dikkat çekiyordu.
Şu da bir gerçek ki, her hastalığın sebebi üzerinde kontrol sahibi değiliz. Ama, hayatta karşılaştığımız zorluklara nasıl cevap verdiğimiz bize bağlı. Bağışıklık sistemine yönelik çağdaş anlayış, hastalığı önlemek ve iyileştirmekteki rolüyle ve de duygularımız ve günlük alışkanlıklarımızla olan bağlantısıyla bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretir nitelikte. Fiziksel, duygusal ve mental alışkanlıklarımızın; hastalığa direncimiz, sağlık ve sıhhatimiz üzerinde büyük etkisi bulunmakta.
Söz konusu bağışıklık (hastalık direnci) olduğunda, genel sağlığımızı güçlendirmede bitkisel özlerin ne denli büyük bir öneme ve katkıya sahip olduğunu fark ederiz. Ama bitkiler, modern tıbbın yüksek teknolojili mucizelerinin birer alternatifi değildir. Tam tersine onlar, gerçek sağlığın gelişmesine zemin hazırlayanlar, yaşamlarımızın yeşerdiği toprakları zenginleştirenlerdir, böylelikle sağlıklı alışkanlıklarımız ve davranışlarımızın hayatımızda yer edinecek, gelişecek alan bulması mümkün olur.
Çeviri: Serkan Önder Kaynak: Flower Society / flowersociety.org / Patricia Kaminski & Richard Katz
Telif Hakkı @ 2019 Fitoenerjist
fitoenerjist.com